30 Ağustos 2019 Cuma

Bana Sorma


Deliriyorum.
Ve yakınlaşıyorum delirdikçe sana.
Hatırladığım, en son
Kirli bir hasta yatağı
Ve yaklaştıkça yitirdiğim yüzün.

Günlerden en saçması
Hele saatlerden
Bana sorarsan
Bir insan,
Bu kadar önemli bir tarihte ölmemeli.

Ayaklarım oynamaya başladı
İstemsiz gidiş gelişler
İstemsiz ve can sıkıcı.
Ellerimde yazmak isteyip yazamadığım 
Onlarca sayfanın ağırlığı
Ve ölüyorum.

Gecenin ikisinde
Rakının en yalnız halinde
Ölüyorum ve anlıyorum
Anlamak, en büyük cezası insanlığın.



13 Ağustos 2015 Perşembe

Yaşamak Aramaktır İçindeki Gömüyü*

Otobüsün canıma yaslıyorum yanağımı. Hızla akan yol. Ağaçlar. Evler. Bekleyen insanlar. Ellerinde silahlarla iki polis. Karşıdan karşıya geçmeye çalışan bir köpek. Simitçi. Büfeci. Akbilci. İş merkezleri. Arabalar. Kaydediyorum görüntüleri. Düşünceden düşünceye koşuyorum. Keşke şu an yazabilsem. Az önce gözlerime bakıp gülümseyen çiçekli eteğiyle küçük sarışın kız na hissettirdi bana? Ne hatırlattı? Keşke becerebilsem de düşündüğüm kadar hızlı, düşüncelerimle aynı anda yazabilsem...

Midem bulanıyor. Hızlıca ihtimalleri sıralıyorum zihnimde. Ne zaman yemek yedim en son? Çok mu sigara içtim? Otobüs fazla mı sallanıyor? Sıcaktan belki... Hamile olabilir miyim? Kitap okuduğumdan mı? Evet, sanırım.

Kitabı kapatıp ölümünün üzerinden otuz küsur yıl geçmiş kadının dünyasından çıkıyorum. Ölümü düşünüyorum. Ölümü algılamaya çalışıyorum. Hala. Otuz küsur yaşında. Bahsetmeye çekiniyorum. Hele yazmaya... Ölürsem diyorum, biri de bu yazıyı okur ve acıklı bir haber yaparsa? Ölürsem diyorum. Hala! Öleceğimi biliyorum ama ölebileceğimi hayal edemiyorum. Deliriyorum.

İniyorum otobüsten. Her yanım insan, her yanım korku ve nefret kaplı. Aceleci adımlarla ilerlerken bir yandan her şeyi ve herkesi gözlüyorum. Kim terörist olabilir? Kim katil olabilir? Sürekli birinin beni yol ortasında bıçaklayacağını düşünüp duruyorum. Karşı istikametten gelen herkesin ellerine odaklanıyorum bu yüzden.

Bu düşünceler, insanları eleştirmek için izlerken geçiyor ancak. Önümde yürüyen siyah kıyafetli bol dövmeli kızı sevmiyorum mesela. Karşı bankta oturan türbanlı kadını sevmiyorum. Ağzını yaya konuşan mini şortlu kıza tiksintiyle bakıyorum, kendini çok güzel zannediyor diyorum, geri zekalı. Bakışlarıyla insanı yiyip bitiren çocuğa ters ters bakıyorum, söylenerek geçiyorum yanından. Küfürlerim içimde patlıyor. O kadar cesaretli ya da duyarlı değilim. Şurda diyorum, biri bayılsa, döner bakar mıyım?

Bazı insanlaraysa sonsuz bir sevgi besliyorum. Bastonuyla yürüyen emekli asker amcaya yer bile veriyorum otobüste. Suyum olduğu halde bir tane daha alıyorum - seyyar su satıcısı - çocuktan. Gülünce bütün yüzü ışıldayan kızı seviyorum. İnsanları sevmiyorum gibi bir genelleme yapamıyorum bu yüzden. Bazı anlar içimdeki derin nefretin acımayla karışık - kırılgan - hatta ağlamaklı bir duyguya dönüşmesine şaşıyorum.

Yine - belki bininci kez - anlamaya çalışıyorum. Anlamakla ilgiliymiş gibi geliyor her şey. Anlarsam, çözebilirmişim gibi geliyor. Kendimi anlarsam dünyayı, dünyayı anlarsam insanları, insanları anlarsam kendimi çözermişim gibi geliyor.

Bazen de diyorum ki, kafa yorduğun her şey düşündüğünden çok daha basit.

Ha, gömü mömü de yok, ne sende ne bir başkasında.

Deliriyorum.

Bu yüzden artık 'olay öyküsü' yazmaya karar veriyorum.



DD

* Aziz Nesin, Gömü

4 Temmuz 2015 Cumartesi

Doğru Soru

Oturuyor karşıma. Anlat, diyorum. Susuyor. Sus, desem dökülecek sanki. Gözlerinde meydan okuyan bir bakış, doğru soruyu sormamı bekliyor. Neden diye sormayacağım. Nedeninin umrumda olmadığını bilmek, besbelli daha da sinirlendiriyor onu.

Yaşam, diyorum, sandığından daha karmaşıkmış değil mi? Doğru soru bu değil, hem de hiç değil. Nasıl da hırslandırıyor bu bilmiş tavrım onu. Kirpiklerini belli belirsiz kıpırdatışını, ellerini koyacak yer bulamayışını izliyorum. Saçlarını sinirli sinirli geriye doğru itişine, paketinden çıkardığı sigarayı yakışına bakarken iyiden iyiye keyiflendiğimi hissediyorum.

Sen, diyor (küfür bekliyorum) (oysa nerdeyse acıklı bir ses tonuyla soruyor), hiç yenildin mi?

Bu beklenmedik soru karşısında bir an -tek bir an- gözlerinin en dibine, ruhuna değecek kadar yakın bir noktaya bakıyor ve kahkayı patlatıyorum.

İster istemez dökülüyor dudaklarımdan doğru soru, yanlış yerde, neden, demiş bulunuyorum. Bu kez o anlatmaya başlıyor, neden 'bu halde' olduğunu...


DD

5 Mart 2015 Perşembe

İçmek, Delirmek ve Yazmak

İçmem lazım diye düşündü. Adamakıllı bir şeyler yazabilmem için kafamın güzel olması gerek. Saat üçe geliyor olmalıydı. Salih'in bütün apartmanı ayağa kaldırarak gelişinden anlardı bunu. Salih, ev sahibi. Aynı zamanda alt kat komşusu. Çocukluğunun tek oyuncakçı dükkanının sahibi. Altıyla on üç yaş arası zamanlarının kahramanı olmuş bir adamın ayyaşın teki olduğunu öğrenmek, ilk hayal kırıklıklarından.

Sen farklısın sanki, diye düşündü içinden. Paldır küldür eve taşımıyor kimse, kendini bütün mahalleye rezil etmiyorsun diye her gün bayılana kadar içmen 'ayyaş'lığa girmiyor mu? Girmez, diye cevap verdi içindeki ikinci 'o', bizim içmemiz başka.

Belki en büyük hatanız budur, diye devam etti içindeki ilk 'o', kendinizi bir bok sanıyorsunuz, herkesten üstün görüyorsunuz. Yeter, dedi bu kez 'birinci tekil'i. Araya giriyorum. İçmem gerek.

Defterini, kalemini hazır etti, bir sigara yaktı. Kalkıp pencereyi açtı. Mutluluk gibi bir hava var dışarıda. Masumiyet gibi bir hava. Uçurtma gibi. Pamuk şeker gibi.

Su bardağına yaptığı kahvesine baktı. Bu kez aklında otel odaları. Odaların banyosuna, diş fırçalık niyetine konulmuş su bardaklarına, musluk suyundan yaptığı kahveler. İçmeden de delirebiliyorum, diye düşündü. Bu iyi bir şey çünkü  delirmeden, kafayı biraz sıyırmadan  yazar olunmaz. Çok satan romanların yazarları oldukça aklı başında insanlar, bu yüzden sayfalarca çöp üretiyorlar. İkinci 'o' devreye girecek yine, bok atmayı bırak 'onlar'a, her kimlerse artık tüm 'o'nlar...

Tesadüfler üzerine yazacaktım. İnsan inanmadığı bir şeyi nasıl yazar? Yoksa zaten yazmak, inandırmak için mi kendini?

Kurduğu her 'ilk' cümle o kadar sıradan ki, karalayıp duruyor. Aklına bazı büyük yazarları getirmeye çalışıyor. Bu şerefsizler nasıl yapıyordu peki? Her şeyim tamam. Hala neyi eksik olabilir, kafası almıyor.

'Sıkılmamak' eksik sende. Bilgin, yeterliliğin hatta yeteneğin ceplerinde ama azmin yok. Bağlayana kadar, sinirden ağlayana kadar yazmalısın. Defterlerce, aylarca, iç sıkıntılarınca, sinir krizlerince, boş şişelerce, dolu küllüklerce, açık unutulmuş pencerelerce, toplanmamış yataklarca, kırılmamış eşya, sevişilmemiş kadın, kurumamış gözyaşı kalmayasıncaya yazmalısın.

Tesadüf mü?
Yok öyle bir şey.

DD.

31 Aralık 2014 Çarşamba

Adettendir Dedik

Her sabah bizi iş yerine bırakan bir arkadaşımız var. Bu sabah geldiğinde, - yollar karlı malum - ayağımda da topuklu var, gel dedim, gir koluma kedi beslemeye gidiyoruz. Mamayı vermeye giderken 'vay be' dedi, dışarısı kar kıyamet, senin gibi insanlar da var demek ki, sabahın köründe kedi peşinden koşuyor. O kadar hoşuma gitti ki... Aklımdan binlerce şey geçti, o arkadaş bunları bilmedi, anlatsam anlar mıydı bilemem. O yüzden kendi kendime anlatacağım. Okuyan olur mu onu da bilemem, ama sen bil.

Bugün yılın son günüymüş. Az önce kahve içerken fark ettim. Neler yaşadım bu bir sene boyunca diye aklımdan geçirirken kendimi klavye başında buldum. Yazmayalı uzun oldu. Düşünmeyeli de. Aylardır sadece yaşıyorum. Anı...

Hafızam balık hafızasıdır. Ne uzun süre öncesini hatırlayabilirim, ne öyle aman aman detay. Geçen sene bu zamanlar uçmaya başlamıştım, hostesliğe alışmıştım, özel hayatım güzel ama gizliydi, ailem, kedim, arkadaşlarım herkes yanımdaydı, param vardı, hala bitmemiş bir okulum vardı, ilhamlarım yanımdaydı, yazıyordum, okuyordum, kısaca keyfim yerindeydi. 

Aradan sadece bir sene geçti. Değişen durumlar oldu. Bitenler, başlayanlar, gelenler, gidenler muhakkak oldu. Her sene derdim ki ben, kafa aynı kafa, onu ne yapacağız? Şimdi diyorum ki, her şeyle, hayatımda olan olmayan herkesle, değişen, gelişen her durumla, beni ağlatan, gülümseten her küçük olayla öyle çok şey değişti ki, yalnızca bir yılda...

Binlerce kere kendimi uçurumdan aşağı attım, binlerce kere birileri tuttu ellerimden. Binlerce kere, artık bitti dedim, her seferinde yeniden başladı. Binlerce kez kötü bir insanım ben diye düşündüm, bu sabah o arkadaş beni iyi bir insan olmaya başladığıma inandırdı. 

Eksildim, çoğaldım, büyüdüm, öğrendim çok şey...

Her şey için teşekkürler, sen, her kimsen...

Mutlu yıllar!



DD

7 Aralık 2014 Pazar

Ankara

Hava Ankara kokuyor diyorum. Kimse bana inanmıyor, belki yalnızca kimse ne dediğimi anlamıyor. İstanbul böyle güzelse, Ankara nasıldır kim bilir. Her insanın kalbinde en az bir kent olmalı. Kalbinde şehirler taşıyan insanlar beni anlamalı.

Hem pazar bugün. Belki ODTÜ'de güzel bir kahvaltıyla başlardık güne. Öğlene kadar otururduk çayır çimen. Çok seviyorum da çok mu biliyorum Ankara'yı sanki? Birileri beni 'Aa bak seni şuraya götüreyim' diye gezdirirdi elbet. Ben özenirdim, Ankaralı olunca ben de başkalarını gezdireceğim diye hayaller kurardım. Akşama doğru illa Tunalı diye tuttururdum, yanımdakileri atlatıp o çok sevdiğim kafede saatlerce kitap okur yazı yazardım. Sakarya Caddesi'nde içmekle son bulurdu gece.

Hava Ankara kokuyor diyorum. Yine de anlatamıyorum ne demek istediğimi. Rüzgar yok, soğuk insanı rahatsız etmiyor. Güneş ısıtmıyor ama var işte, öylece bir köşeden bizi izliyor. Bir garip hüzün. Oysa yolunda gitmeyen hiçbir şey yok. Yolunda gitmeyen çok şey var. Buna aldırış edecek kimse yok. Bir garip dinginlik. Oysa herkesin kendince bir koşuşturması var. Bu sakinlik niye öyleyse? Cevabını bulamadığın sorular sormaya devam et, diyor içimden bir ses. Neden mi Ankara?

Öyle işte.



DD

30 Ekim 2014 Perşembe

Seans

Yazamam. Olmaz ki. Zihinsel kontrolünüzü sağlayamamanızın sebebi... Üç dakika önce umutla başla, beş dakika sonra sıkıl, on dakika sonra yenil, on yedi dakika sonra vazgeç, yarım saat sonra sil baştan. Bunca zamandır da olmamasının bir sebebi vardı. Pirincin yoksa, pilavın da olmaz bu kadar basit.

Yazmalıyım. Öyle miyim? Hayır. Bilmiyorum. En çok kelimelerle yatışıyorum. Karar verme yetinizi kaybetmek gerçekle olan bağlantınızı büyük ölçüde zedelemiş. Ezberliyor musunuz siz bu lafları? Hayır ona demiyorum, size diyorum Hakim Bey. Neden yalnızca Amerikan filmlerinde Sayın Yargıçsınız da, bu filmlerdekine hiç benzemeyen sıkışık ve sevimsiz mahkeme salonunda hakim beysiniz?

Yazamıyorum. Denemiyorum da. Ah, bu dünyada hiçbir şeye vakit yok! Oynadığım, binlerce kişilik bir oyun. Tek başıma nasıl yetişebilirim? Geçmişinizde vedalaşamadığınız biri var. Nereden tanıyor onu? Rahat bırak adamı. Olmadığı bir dünyada onlarca sene yakasını bırakmadım zaten. Onu geçelim. Sıradaki şarkı gelsin lütfen.

Yazmasam ne fark eder? Düşüncelerim susmayacağına göre. Reis Bey, nasıl dökülüverdi dudaklarından on beş sene, sesin hiç titremeden? Mohammad'ın gözlerine, hele çıplak ayaklarına baka baka nasıl söyledin tereddütsüz? On beş sene ölmek için çok uzun ona. Bugünü unutması için çok uzun. Bütün gün çıplak ayakla dolaştığı adliye koridorlarının soğukluğunu silmesi için tabanlarından. Kızının gülüşünü ve sesini hatrında tutmaya çalışarak ölmesi için çok uzun. Reis Bey, hayat çok adildir belki de. Mübaşirin az evvel arkandan neler neler anlattı, her sabah bu adamın getirdiği kahveyi gönül rahatlığıyla nasıl içiyorsun Allah aşkına?

Yazsam da bir şey fark etmiyor. Elbette kitaplardan yardım alabilirsiniz, fakat terapiye ve ilaçlara devam etmenizi öneririm. Hayır. İlaç yok. Bu işi bin üç kişi halledeceğiz. Ben(lik)lerim, kağıt, kalem ve bir değişken. Bin bir bilinmeyenli denklem; kağıt ve kalemi tanıyoruz sonuçta.

Yazacağım. Psikolog Bey, diplomadaki fotoğrafınız çok çirkin. İki yüz elli liramsa hala cebimde.

Sevgiler.

DD