Hayatım boyunca sayısını hatırlamadığım
kadar boktan durumla karşılaştım. Çok üzüldüğüm, çok şaşırdığım, ne yapacağımı
bilemediğim anlar oldu. Yok muydu, vardı elbet her şeyin çaresi. Ya sabır, ya
zaman, ya 'her neyse' ama vardı. Neye 'çaresizlik' dedim bunca yıl, neye
içerledim bunca, ne oldu da kalbim sıkıştı böyle durup dururken, şimdi hiç
hatırlayamıyorum. Ve karşılaştıramıyorum hiçbir şeyle bugünlerdeki boğaz
düğümlenmelerimi.
''Dağılmış pazar yerlerine benziyor şimdi
istasyonlar
Ve dağılmış pazar yerlerine memleket
Gelmiyor içimden hüzünlenmek bile.''**
(Zaman: Seneler önce
/ Yer: Heybeliada)
İçimizde yanan bir ateş vardı. Yeni yeni anlıyorduk
bazı şeyleri. Delirmiş gibi okuyorduk, kitaplar, gazeteler, dergiler, ne
bulursak... İnsanlarla tanışıyorduk, ve hayranlıkla dinliyorduk anılarını,
hayat hikayelerini, ideolojilerini. Düşünmeyi öğreniyorduk, farklı
pencerelerden bakmayı hayata.
Yavaş yavaş oluşmaya başlıyordu siyasi görüşlerim.
Öğrendikçe tarihi, öğrendikçe gerçekleri. Kimse zorlamadı beni, kimsenin
tesirinde kalmadım, kimse beni yönlerdirmedi. Yıkanmaya inanılmaz müsait bir
beynim vardı ama kimse yıkamadı beynimi. İçimde 'memleket' sevgisi vardı, en
başta da 'insan sevgisi' Ve hiçbir zaman sabit fikirli olmadım, siyahla beyazda
diretmedim, grilere açıktım, yeniliğe, istisnalara...
İçine doğduğum bir dünya vardı ve etrafımda dönen bu
dünya için yapmam gereken şeyler. Zira;
''İnsan dünyaya sadece yemek, içmek, koynuna birini
alıp yatmak için gelmiş olamazdı. Daha büyük ve insanca bir sebep lazımdı.''***
(Zaman: Bu aralar / Yer: Mühim değil)
Şimdilerde yel değirmenlerinden çok daha korkunç bir
düşman görüyorum karşımda: kötülük. Buna inanç diyemem, affedin beni, 'bu da
onların görüşü saygı duymak gerek' diyemem. Gencecik insanların ölümlerinden zerre
etkilenmeyen, hatta bundan zevk alan insanların(!) davalarını haklı göremem.
Aylardır olan biteni anlayamayan, 'iki ağaç için'cileri, 'güzel başladı ama bok
ediyorlar'cıları, 'herkes de başımıza siyaset bilimci kesildi'cileri, 'bana
dokunmayan yılan bin yaşasın'cıları da sevemem. Her şey benim şu anki
üslubumdaki gibi naif yaşanmıyor elbette. Tüm bu arada dönen dolapları
göremeyen körlüğü, çok afedersiniz salaklığı da hoş göremem.
Ama...
Öyle çok 'ama' var ki, 'çaresiz' hissettiğim nokta tam
da burada başlıyor. Neler neler okudum şu aylar boyunca. İnanmak istemedim.
Yüzüne bakınca aklı başında diyeceğim insanların cahilliğini gördükçe gülesim
geldi.
En hüzünlü gülüşümdü bu hayattaki. Sinirden gülmek,
kalbiniz sıkışa sıkışa gülmek, boğazınız düğümlene düğümlene gülmek, hiçbir şey
yapamadığınızı görerek gülmek, ağlanacak halinize gülmek...
Nedenini düşünüyorum tüm bu sevgisizliğin, ve öte
yandaki tuhaf, umutsuz umudun. Zihnimde dizeler dönüp duruyor;
''İnsan yaşadığı yere benzer
O yerin suyuna, o yerin toprağına benzer
Suyunda yüzen balığa
Toprağını iten çiçeğe
Dağlarının, tepelerinin dumanlı eğimine
Konyanın beyaz
Antebin kırmızı düzlüğüne benzer
Göğüne benzer ki gözyaşları mavidir
Denize benzer ki dalgalıdır bakışları
Evlerine, sokaklarına, köşebaşlarına
Öylesine benzer ki
Ve avlularına
(Bir kuyu halkasıyla sıkıştırılmıştır kalbi)
Ve sözlerine
(Yani bir cep aynası alım-satımına belki)
Ve bir gün birinin adres sormasına benzer
Sorarken sorarken üzünçlü bir görüntüsüne
Camcının cam kesmesine, dülgerin rende tutmasına
Öyle bir cıgara yakımına, birinin gazoz açmasına
Minibüslerine, gecekondularına
Hasretine, yalanına benzer.''**
* Barış Bıçakçı'ya sevgi, Seyfi Teoman'a
rahmetle...
** Edip Cansever'e *** Sabahattin Ali'ye
saygıyla...
DD
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder