15 Eylül 2013 Pazar

Bizim Büyük Çaresizliğimiz*

Hayatım boyunca sayısını hatırlamadığım kadar boktan durumla karşılaştım. Çok üzüldüğüm, çok şaşırdığım, ne yapacağımı bilemediğim anlar oldu. Yok muydu, vardı elbet her şeyin çaresi. Ya sabır, ya zaman, ya 'her neyse' ama vardı. Neye 'çaresizlik' dedim bunca yıl, neye içerledim bunca, ne oldu da kalbim sıkıştı böyle durup dururken, şimdi hiç hatırlayamıyorum. Ve karşılaştıramıyorum hiçbir şeyle bugünlerdeki boğaz düğümlenmelerimi.

''Dağılmış pazar yerlerine benziyor şimdi istasyonlar
Ve dağılmış pazar yerlerine memleket
Gelmiyor içimden hüzünlenmek bile.''**

(Zaman: Seneler önce  / Yer: Heybeliada)

İçimizde yanan bir ateş vardı. Yeni yeni anlıyorduk bazı şeyleri. Delirmiş gibi okuyorduk, kitaplar, gazeteler, dergiler, ne bulursak... İnsanlarla tanışıyorduk, ve hayranlıkla dinliyorduk anılarını, hayat hikayelerini, ideolojilerini. Düşünmeyi öğreniyorduk, farklı pencerelerden bakmayı hayata.

Yavaş yavaş oluşmaya başlıyordu siyasi görüşlerim. Öğrendikçe tarihi, öğrendikçe gerçekleri. Kimse zorlamadı beni, kimsenin tesirinde kalmadım, kimse beni yönlerdirmedi. Yıkanmaya inanılmaz müsait bir beynim vardı ama kimse yıkamadı beynimi. İçimde 'memleket' sevgisi vardı, en başta da 'insan sevgisi' Ve hiçbir zaman sabit fikirli olmadım, siyahla beyazda diretmedim, grilere açıktım, yeniliğe, istisnalara...

İçine doğduğum bir dünya vardı ve etrafımda dönen bu dünya için yapmam gereken şeyler. Zira;

''İnsan dünyaya sadece yemek, içmek, koynuna birini alıp yatmak için gelmiş olamazdı. Daha büyük ve insanca bir sebep lazımdı.''***

(Zaman: Bu aralar / Yer: Mühim değil)

Şimdilerde yel değirmenlerinden çok daha korkunç bir düşman görüyorum karşımda: kötülük. Buna inanç diyemem, affedin beni, 'bu da onların görüşü saygı duymak gerek' diyemem. Gencecik insanların ölümlerinden zerre etkilenmeyen, hatta bundan zevk alan insanların(!) davalarını haklı göremem. Aylardır olan biteni anlayamayan, 'iki ağaç için'cileri, 'güzel başladı ama bok ediyorlar'cıları, 'herkes de başımıza siyaset bilimci kesildi'cileri, 'bana dokunmayan yılan bin yaşasın'cıları da sevemem. Her şey benim şu anki üslubumdaki gibi naif yaşanmıyor elbette. Tüm bu arada dönen dolapları göremeyen körlüğü, çok afedersiniz salaklığı da hoş göremem.

Ama...

Öyle çok 'ama' var ki, 'çaresiz' hissettiğim nokta tam da burada başlıyor. Neler neler okudum şu aylar boyunca. İnanmak istemedim. Yüzüne bakınca aklı başında diyeceğim insanların cahilliğini gördükçe gülesim geldi.
En hüzünlü gülüşümdü bu hayattaki. Sinirden gülmek, kalbiniz sıkışa sıkışa gülmek, boğazınız düğümlene düğümlene gülmek, hiçbir şey yapamadığınızı görerek gülmek, ağlanacak halinize gülmek...

Nedenini düşünüyorum tüm bu sevgisizliğin, ve öte yandaki tuhaf, umutsuz umudun. Zihnimde dizeler dönüp duruyor;

''İnsan yaşadığı yere benzer 
O yerin suyuna, o yerin toprağına benzer 
Suyunda yüzen balığa 
Toprağını iten çiçeğe 
Dağlarının, tepelerinin dumanlı eğimine 
Konyanın beyaz 
Antebin kırmızı düzlüğüne benzer 
Göğüne benzer ki gözyaşları mavidir 
Denize benzer ki dalgalıdır bakışları 
Evlerine, sokaklarına, köşebaşlarına 
Öylesine benzer ki 
Ve avlularına 
(Bir kuyu halkasıyla sıkıştırılmıştır kalbi) 
Ve sözlerine  
(Yani bir cep aynası alım-satımına belki) 
Ve bir gün birinin adres sormasına benzer 
Sorarken sorarken üzünçlü bir görüntüsüne 
Camcının cam kesmesine, dülgerin rende tutmasına 
Öyle bir cıgara yakımına, birinin gazoz açmasına 
Minibüslerine, gecekondularına 
Hasretine, yalanına benzer.''**


* Barış Bıçakçı'ya sevgi, Seyfi Teoman'a rahmetle...
** Edip Cansever'e *** Sabahattin Ali'ye saygıyla...

DD






Hiç yorum yok:

Yorum Gönder