14 Aralık 2013 Cumartesi

Yaratıcı Yazarlık Şeysi


Yağmursuz fakat kasvetli bir İstanbul gecesi, saat on ikiyi biraz geçe girdim, Kadıköy'deki bara. Kaldırımdan aşağıda kalan kapısından girebilmek için merdivenleri inerken girişteki saksıda uyuyan kediyi sevdim, hatta severken uyandırıp biraz da konuştum sanırım onunla. Kapıda Selimle burun buruna geldim. Buraya ilk gelişim değildi, Selim barın çalışanlarındandı ve onunla buraya geliş gidişlerim esnasında tanışmıştım, kediyse sadece kediydi çünkü iki senedir bu sokakta hatta kapının yanındaki saksıda yaşamasına rağmen, ona henüz bir isim bulamamıştık.

Buraya ilk gelişim değildi zira o vakitler önce kendime bir mekan bulup aylarca yıllarca aynı yere gitmek gibi bir alışkanlık edinmiştim. O yıllarda bir yere ait olmak, birilerini tanımak, o yerin sakinleri tarafından tanınmak hoşuma gidiyordu. Bütün bu nedenlerle sürekli aynı barda içip aynı mahallede gezip aynı bakkaldan alışveriş yapıyordum ve sanırım o zamanlar yaptığım devamlılığı olan tek şey buydu; o zamanlarsa 90'ların sonuydu.

Şimdi, yani o günlerin üzerinden on yıla yakın zaman geçtikten sonra, birine bu hikayeyi anlatmak garip geliyor. Henüz nasıl anlatsam diye kafamda kurarken bile, gerçek olmayan bazı eklemeler yaptığım duygusuna kapılıyorum. Bazı detayları ise, ne yapsam hatırlayamıyorum. İçeri girdiğimde çalan şarkı mesela, asla aklıma gelmiyor fakat barın yanındaki duvara bitişik masada oturan çifti, kadının rujunun pembesine, adamın sakalının uzunluğuna kadar hatırlıyorum. Üzerindeki kıyafetleri, birbirlerine nasıl baktıklarını, kadının kırmızı şarap, adamın bira içtiğini, konuştukları konunun hararetiyle kadının sesinin zaman zaman nasıl çatallaştığını ve sonra birden silkinip kendine geldiğini. Ben hatırladığımı söylesem de Selim o gün bara öyle bir çiftin hiç gelmediğini, hatta duvar kenarındaki masaya en fazla bir kişi sığabildiğinden, çalışanların masayı kendi eşyalarını koymak için kullandıklarını iddia ediyor.

O, yani hikayenin baş kahramanı, bahçe tarafındaki bir masada üç arkadaşıyla oturuyordu. Önce tanımadım, gözlerim içerinin karanlığına henüz alışmadığından, onu orada görmeyi ummadığımdan veya şu an hatırlayamadığım başka nedenlerden, on beş dakika kadar sürdü kim olduğunu anlamam. Çok ünlü bir tiyatro oyuncusu olduğunu söyleyemem, ama en azından bende hatırı sayılır bir 'ünü' vardı, sırf onunla aynı havayı soluyabilmek için, onu sahnede izleyebilmek için en az on kere gitmiştim aynı oyuna. Üzerinde yeşili solmuş bir parka vardı, tütün sarıyor, şişe bira içiyordu ve sarsılmaz bir heyecanla bir şeyler anlatıyordu. Dışardan bakıldığında, çok ses getirecek bir eylem planını, örgütle paylaşan bir militana benziyordu. Yo hayır, ilk öpüşmesinden bahseden, bıyıkları terlememiş bir yeni yetmeye... Bilmiyorum, her ne ise, gözlerinde bağlandığı şey veya şeylerin pırıltısı, gülüşünde bir bayram sabahının neşesi vardı.

Kıpırdamaya gayret ettim, çünkü Selim, bir süredir karşımdaki dört adama baktığımı fark etmişti ve soran gözlerle bana bakıyordu. Bara doğru gidip Selimden bir peçete istedim. Üzerine bir şeyler karalamaya çalıştım. Ona vermek için. Mektup gibi bir şeydi yazmaya çalıştığım. Sonra bunu çok saçma bulup attım peçeteyi. Ama bir şey yapmak istiyordum. Onun öylece çıkıp gitmesini izleyemezdim, hala burdayken bir şey yapmam gerekiyordu. Bir viski istedim -çünkü böyle zamanlarda bir viski istenir-, sigaramın külünü de bardağın içine silkip diktim kafama. O zaman aklıma geldi çantamdaki kitap. Peçeteye yazmaktansa kitabın ilk sayfasına bir şeyler yazmak ve şarkı ister gibi peçeteyi vermektense kitabı hediye etmek daha mantıklıydı. Kalemim, düşüncelerimden hızlıydı, otuz saniye içinde bütün bir sayfayı doldurmuştum. Ne yazdığımı şimdi hatırlayamıyorum, fakat o gün çok beğenmiştim cümlelerimi. Merak uyandırıcı, çekici fakat naif, beklentisiz bir 'yazıcık'tı yazdığım. O gün yazdıklarımdan  tek bir cümle geliyor aklıma, 'Kitaplar güzeldir.'

Kitaplar güzeldi ve az sonra masasının yanında dikiliyordum. Lafını yarıda kesip kafasını kaldırdı. Hafifçe ve sanırım biraz da mahcup gülümsedim, onları rahatsız etmek istemediğimi söyledim, elimdeki kitabı masaya bıraktım. İmza isteyeceğimi düşünmüş olmalı ki, gömlek cebinde kalem arandı. Hemen atıldım; 'Ben sadece kitabı size hediye etmek istemiştim.' Şaşırdı, algılayamadı bir süre. Ve sanıyorum iki saniye kadar -veya iki yıl- birbirimize baktık. Gülümsedi. Ve ben bu gülümsemeyi görmek için ilk kez bilet parası vermedim.

Kitabı bırakıp onun şaşkın teşekkürünü işittikten sonra koşarak çıktım bardan. Bunu neden yaptığımı hiç bilmiyorum. Fakat insan olayların içindeyken, onlar olup bittikten bir süre sonra düşündükleriyle aynı şeyleri düşünemiyor. Ben de o gün bir şey düşünemedim, sadece gittim.

Ertesi gün, daha ertesi gün, daha da ertesi gün bara uğramadım. O kapıdan tekrar girdiğimde aradan bir yıla yakın zaman geçmişti. Selim beni gördüğünde koşup boynuma atladı, çünkü bunca zaman haber almayınca başıma bir şey geldiğini sanmıştı. Gündüz vaktiydi, bar neredeyse boştu, sadece orada bir süredir, 'Şafağın Rengi' ismiyle sergilediği başyapıtını - son derece çirkin bir yağlı boya tablo- kontrol etmeye gelmiş genç ressam vardı. Kapıya çıkmak istedim ben, iki iskemle alıp çıktık. Sigaralarımızı yaktık ve Selim anlatmaya başladı;

''Sen gittikten sonra kitaba hiç dokunmadı. Kitaptan yana bakmadı bile. O kadar umursamamıştı ki giderken yanına almayı unutur sandım. Üç beş gün sonra geldi bu, kitap elinde. Seni tarif ediyor mutlaka bulmam gerek, bilmem ne. Günlerce anlatamadım, benim de sana ulaşma imkanım olmadığını. En sonunda sıkıldığımı anladı, o gün çekti gitti. Ertesi günden itibaren yaklaşık bir ay her gece geldi, ama seni bir daha hiç sormadı, ben de ellemedim,  oturdu bir köşede efendi efendi birasını içip bir şeyler yazdı.''
Selim'e veda edip yürümeye başladım Kadıköy sokaklarında. Tiyatronun sokağına geldiğimde karlı bir İstanbul akşamı görüp görebileceğim en güzel şey duruyordu karşımda. Yeni oyunun afişi: ''Kitaplar Güzeldir.''

DD

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder